ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp da Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu
geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
—Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Önce babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve
konu komşunun yardımıyla halasının yanına, Filistin’in sapa bir kasabasına
gönderiliyordu.
Hasan vapurda oyalandı; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran
simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok oyalandı. Beş yaşında idi; peltek, şirin
konuşmalarıyla da güvertede yolcuları epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak
memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir
dilden konuşuyorlardı ve ona İstanbul’daki gibi:
— Hasan gel!
— Hasan git!
Demiyorlardı; adı değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
— Taal hun yâ Hassen.
Diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
— Ruh yâ Hassen…
5. a) Okuyacağınız hikâyenin başlığından ve görselinden hareketle hikâyenin içeriği hakkındaki tahminlerinizi yazınız.
b) Hikâyeyi okuduktan sonra hikâyenin içeriği hakkındaki bölümü doldurunuz. Tahminlerinizin hikâyenin içeriğiyle örtüşen yönlerini söyleyiniz.
Okuma Sırası
Okuyacağınız Eskici adlı hikâyeyi, kendinizi hikâye kahramanı Hasan’ın yerine
koyarak okuyunuz.
Hikâyenin İçeriği Hakkındaki Tahminim Hikâyenin İçeriği
156
3. Tema: Anlamın Yapı Taşları
Derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler
soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu.
Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, hep susuyordu.
Fakat hem tümüyle çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi
aynamsı bir cilâ ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı,
ne dere, ne ev! Yalnız arasıra kocaman kocaman hayvanlara rastgeliyorlardı;
çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene
bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve
küskün arka arkaya, ağır ağır yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu;
o güldü:
— Gemel! Gemel! dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı,
kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf
kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüveren cansız bir göğüs…
— Yâ habibi! Yâ aynî!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler.
Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin
üstüne hırka yerine ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor,
susuyordu.
Öyle, haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük
kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden
korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını
duyuyordu, gene susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi,
takkesi, kırmızı merkupları vardı.
Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır
numara makine ile kesilmiş, alnına
perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert,
157
3. Tema: Anlamın Yapı Taşları
yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık çatal yerine
dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve
uzun bir demir parçası, dağınık kılıklı bir adam girdi. Torbasında da mukavva
gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı, iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dörtyanı
duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyordu ki… Şaşarak, eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik,
sapsız bıçağiyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları
birer birer, İstanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların
altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına,
mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine
bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından ana diliyle
sordu:
— Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını şaşkınlıkla işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
— Türk çocuğu musun be?..
— İstanbul’dan geldim!
— Ben de o taraflardan… İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantolonu dizlerinden yamalı,
dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı.
Türkçe bildiği ve İstanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun yanlız
işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir
tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle
yeniden sordu:
— Ne diye düştün bu cehennemin
bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti;
komşunun oğlu Mahmut’la balık
tuttuklarını, anası doktora giderken
tünele bindiklerini, bir kere de kapıya
beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini,
içinde yataklar serili olduğunu söyledi.
Bir aralık da kendisi sordu:
—Sen niye buradasın?
—Bir kabahat işledik de kaçtık!
158
3. Tema: Anlamın Yapı Taşları
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze,
gevrek, billûr sesiyle sürekli konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici
hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını,
bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri,
kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, sonunda bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan
çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları
hep ağır ağır yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
— Gidiyor musun?
— Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz
vagon pencerelerindeki yağmur damlaları; dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının
sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök,
pırıl pırıl akıyor.
— Ağlama be! Ağlama be!..
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla
ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
— Ağlama diyorum sana! Ağlama!..
Bunları derken onun da katı, nasırlanmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne
geçmeye çalıştı ama yapamadı, kendisini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve
sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne bir
pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
bana bu metindeki edebi dil ve günlük dilleri , açık ve örtük iletileri, kurmaca metinmi yosa öğretici metinmi olduğunu , hikayede kavram ve yapı unsurlarını bul, çatışmaları bul varsa,anlatıcının kim olduğu anlatıcı bakış açılarını, hikayenin türünü , bunlar varsa bulup bana açıklarmısın